On Beşinci Bölüm: ARAPLARIN DİĞER BAZI DİNLERİ
15.4.2. Şirk İle Dinsizliğin Tekzibi
15.4.3. Kainât’taki Nizam ve Ahenk Bir Tesadüf Değildir
15.4.5. Kainâtın Hakikatinin İki Yanı
On Beşinci Bölüm: ARAPLARIN DİĞER BAZI
DİNLERİ
Cahiliyye döneminde Araplar, dinler hakkında pek geniş bir
bilgiye sahip olmayabilirler. Ama bazıları gerçek dinin Tevhid’e dayalı olduğunu
ve peygamberlerin hiçbir zaman putperestliği tasvip etmediklerini biliyorlardı.
Bu gerçek, Araplara peygamberlerden gelen tarihi kayıtlarda ve rivâyetlerde de
yer alıyordu. Arabistan’ın çevresindeki memleketlerde hatırı sayılır
peygamberler doğmuştu. (Örneğin, Hz. Musa, Hz. Davûd, Hz. Süleyman ve Hz. Îsa
(a.s.) gibi.) Bunların getirdikleri şeriat ve dini inançlar da bazı tarihi
eserlerde ve kutsal kitaplarda bulunuyordu. Ayrıca onlarla ilgili çeşitli
rivâyetler de meşhurdu.
Araplar arasında en çok yaygın olan bir rivâyete göre,
Arabistan’ın eski dini Hz. İbrahim’in diniydi ve Araplar arasında putperestlik
ve şirk Amr bin Luhayy adlı bir kişi tarafından başlatılmıştı. Şirk ve
Putperestliğin her tarafa yayılmış olmasına rağmen bazı bölgelerde şirki
reddeden, put ve tanrıları tekzip eden ve tek Allah’a inanan bazı kişi ve
gruplar vardı. Hz. Peygamber (a.s.)’in doğuşundan kısa bir süre önce Mekkeli
Arap ve diğer bazı kimselerin “hünefâ” Hanifler olarak bilindikleri tarih
kitaplarında yazılıdır. Hünefâ olarak bilinen kişiler arasında şu zâtların
isimleri geçiyor: Kuss bin Sa’ide-tul İyadi, Umeyye bin Ebhi-s Salt, Suveyd bin
Amrel-Mustalıkî, Vakf bin Seleme bin Züheyr-ul İyadi, Amr bin Cündüb-ul Cühenî,
Ebû Kays Sarme bin Ebî Enes, Zeyd bin Amr bin Nufeyl, Varaka bin Nevfel, Osman
bin el-Huveyris, Ubeydullah bin Cahş, Âmir bin Ez-Zarb-ul Advanî, Allâf bin
Şihâb ut-Temîm’, El-Mütelemmis bin Ümeyyet-ul Kinânî, Züheyr bin Ebî Selmâ.
Hâlid bin Sinan bin Ğays-ul Absi ve Abdullah el Kudâî. Bunlar, Allah’ın tek
oluşuna inanan kişilerdi ve müşriklerin putperestliğinden nefret ederlerdi.
Demek ki, bunların bu düşünceleri ve inançları geçmişteki peygamberlerin
talimatından kaynaklanıyordu. Buna ilâveten, Yemen’de beşinci yüzyıla ait
olduğu belirtilen kitabeler çıkmıştır, ki bu kitabelerden bu bölgede tek Allah’a
inanan kişilerin bulunduğu anlaşılıyor. Bunlar, Rahman ve Rahim olan ve gök ile
yeryüzünün sahibi olan tek bir tanrıya inanırlardı. M.S. 378 yılına ait bir
mabedden çıkarılan bir yazıtta şöyle bir ibareye rastlanıyor: “Bu mâbed,
göklerin ilâhı ve Rabbi’ne ibadet için yapılmıştır.” M.S. 465 yılına ait olan
başka bir yazıtta şu sözlere rastlanıyor: “Gökler ile Yeryüzünün Rabbi” Aynı
döneme ait olan bir başka kitabede “Rahman” denilen tanrıdan söz edilmiştir. Bu
kitabe bir mezardan çıkarılmıştır. Aynı şekilde, Kuzey Arabistan’da Fırat nehri
ile Kınnasrîn arasında Zebed mevkiinde çıkarılan M.S. 512 senesine ait olan bir
kitabede şu kelimeler yazılıdır: “Bi ismi-l-ilâhi, lâ ‘izze illâ lehü, lâ şukra
illâ lehu” Bütün bunlar, Hazreti Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’in peygamberlik mevkiine
getirilmesinden önceye kadar geçmiş peygamberlerin öğretilerinin Arabistan’dan
tamamıyla silinmediğini göstermektedir. Dolayısıyla, Araplara “Rabb’iniz tek bir
Allah’tır” diye hatırlatmak için pek çok imkânlar vardı.
Tek Allah’a inananlar, başka bir deyimle “Hunefa”, diğer
Arapların en çok müptelâ oldukları şu üç günahtan kaçınırlardı: (a) Şirk, yani
Allah’a ortak koşmak, (b) masum insanları öldürmek ve (c) fuhuş ve zina.[1]
Eski çağlarda Sabiî adında iki grup vardı. Birincisi, Hz. Yahya
(a.s.)’ya tabi olanlar, ki Yukarı Irak (eski El-Cezîre bölgesi)’ta hayli
kalabalık bir grup oluşturuyorlardı. Bunlar Hz. Yahya’yı taklid ederek “takdis”
ananesini sürdürüyorlardı. İkincisi, yıldıza tapanlar, ki dinlerinin Hz. Şît
(a.s.) ile Hz. İdrîs (a.s.)’den kaynaklandığını iddia ederlerdi, inançlarına
göre, evrendeki bütün doğa olayları üzerinde yıldızlar ve yıldızlar üzerinde de
melekler hâkim idi. Bu grubun merkezi Harran olup, mensupları bütün Irak’a
dağılmış vaziyette idiler. İkinci grup, felsefe, bilim ve tip alanlarında hayli
başarılı çalışmalar yapmıştır. Fakat Kur’ân-ı Kerîm’de sözü edilenlerin, ilk
gruba bağlı Sâbiîn olduğu kuvvetle muhtemeldir. Zira, ikinci grup (Sâbiîler)
herhalde, Kur’ân-ı Kerim’in inişi sırasında aynı isimle meşhur değildi.[2]
Yahudiler ve Hıristiyanlar dışında diğer milletlere Ehl-i kitap
denemez. Zira, bu milletlerin dışında hangi milletlere Allah’ın kitabı inmişse,
onlar bu kitapları tamamıyla tahrif etmiş veya ortadan kaldırmıştır ve ne
inançlarında ne de hareketlerinde geçmiş peygamberlerin talimatından herhangi
bir eser kalmamıştır. Bu sebepten dolayıdır ki, Rasûl-ü Ekrem (a.s.) Mecusileri
“kitap sahipleri” arasında saymamıştır. Halbuki, Mecûsîler, peygamber olduğu
sanılan Zerdüşt’e inanıyorlardı. Müslümanlar ile Ha-car’lı Mecusiler arasında
konuşmalar yapılırken, Hz. Peygamber (a.s.) müslümanlara şunları söylemişti:
“Bunlara Ehl-i kitab’a yapılan muameleyi yapın”. Yani, direkt olarak “kitap
sahipleri” veya “Ehl-i kitap” olduklarım söylememişti. Ayrıca, Hz. Peygamber
efendimiz (a.s.) Hacar’lı Mecûsilere gönderdiği mektupta şunları açıkça
yazmıştı:
“Eğer İslâmiyeti kabul ederseniz, siz de bizim sahip olduğumuz
haklara sahip olacaksınız ve siz de taşıdığımız mesuliyetleri taşıyacaksınız.
Fakat İslâmiyeti kabul etmeyenler cizye ödeyecekler, kestikleri hayvanların
etleri yenmeyecek ve kadınlarıyla kimse nikâh etmeyecek.”
Aydınlık için ayrı, karanlık için de ayrı tanrıların bulunduğuna
inanan İranlı ateşperestler kendilerinin, Zerdüşt’e tâbi olduklarını
söylerlerdi. Fakat din ve ahlâkları son derece bozulmuştu. Hatta bunlar
arasında öz kardeşiyle evlenmek de caizdi.[3]
Dünyadaki hayat, her şeye yüzeysel olarak bakanları oldukça
yanıltmaktadır. Bazıları, her şeyin bu dünyada olup bittiğini zanneder. Yaşamak
da ölmek de bu dünyaya aittir sanırlar. Bu dünyadan sonra başka bir hayat
olmadığını düşünürler. O halde ne yapılacaksa bu dünyada yapılması gerektiğine
inanırlar.
Bazı kimseler, her şeyin yaratıcısının Allah olmadığını
zannederler, inançlarına göre dünyadaki ve evrendeki her şey bir tesadüften ve
maddeler arasındaki temas, gerginlik, patlama ve çatışmadan meydana gelmiştir
ve ayakta durmaktadır ya da işlemektedir. Bunda hiçbir hikmet veya ustalık
yoktur.[4]
Aralarında Hz. İbrahim’in kavminin de bulunduğu, bütün müşrik
milletler her zaman kendi tanrılarının bir yerde Allahu Teâlâ’nın ortağı
olduğuna inanmışlardır. Dinsiz ve maddecilerin dışında kimse bu dünya ve
evrenin Allah’ın bir eseri olduğuna şüphe etmemiştir.
Fakat işin gerçeği şudur ki, ister müşrik, ister kâfir, ister
dinsiz veya maddeci olsun, kimse Allah’ı ve ahireti kesin bir şekilde inkâr
edemez; zaten etmemişlerdir de. Zira, kesinlik ve katiyet ancak sağlam ve
güvenilir bilgiye dayanınca söz konusu olur. Oysa, kimse Allah’ın olmadığı veya
tanrıların çok olduğu hakkında kesin bilgiye sahip değildir. Aynı şekilde
tanrılıkta ortaklığın bulunduğunu veya âhiretin bulunmadığını da kati’yetle
söyleyemezler. O halde, dünyada bu tür inanca sahip olan kimseler sadece tahmin
ve kıyas üzerine hayali bir bina yapmışlardır. Bu binanın temeli şüphe ve
ihtimal üzerine atılmıştır. Bu şüphe ve vesvese onları sapıklığa götürür. Bu
gibi kimseler Allah’ın varlığından şüphe ettiler. Tevhid kavramına şüphe ile
baktılar. Âhiretin olacağından şüphe ettiler. Ve bu şüphe gittikçe kalplerine
yerleşti ve katı bir inanca dönüştü. Neticede, Allah’ın peygamberlerinin
öğretilerini tümüyle reddettiler, Allah’ın sevgili kullarının bütün vaaz ve
nasihatlarına kulaklarını tıkadılar.
Ben Kur’ân-ı Azimüşşân’ı ne kadar tetkik edebilmişsem ve
insanlık tarihini ne kadar inceleyebilmişsem, onlara dayanarak söyleyebilirim
ki; dünyada hiçbir ümmet, millet veya toplum toptan hiçbir zaman Allah’ın
varlığını inkâr etmemiş veya alenen dinsiz olduğunu ilân etmemiştir. Gayet
tabii ki bazı istisnaî dumanlar olmuş, bazı kişi ve gruplar, özellikle
kendilerine aydın ve filozof diyen zümreler, zaman zaman dinsizliklerini ilân
etmiş ve Allah ile âhireti de inkar etmişlerdir. Ama bunların sayısı, bir
peygamberin sadece kendileri için gönderilmesini gerektirecek kadar çok
olmamıştır. Bundan dolayıdır ki Kur’ân-ı Kerim’de bu tür şahıs ve zümrelere kısa
işaretler yapılmıştır, ama peygamberler her zaman daha çok sayıda ve kitle
halinde bulunan müşriklere gönderilmişlerdir. Peygamberlerin davet ve
mesajlarının muhatapları doğrudan müşrikler olmuştur. Fakat Tevhid için
müşriklere öyle deliller sunulmuştur ki, bunlarla aynı zamanda dinsizlerin
görüşü ve inancı da büsbütün çürütülmüştür.
15.4.2. Şirk İle
Dinsizliğin Tekzibi
Bu hususta Kur’ân-ı Kerim’in Neml suresinin 60. âyetine bakalım:
“Gökleri ve yeri yaratan, sizin için gökten su indirip onunla
güzel bahçeler yapan kimdir? Siz onların ağaçlarını bile bitiremezdiniz. Allah
ile beraber başka bir ilâh var mıdır? Hayır, onlar haklan sapan bir
kavimdirler.”
Kur’ân-ı Kerim’in bu âyetinde ve daha sonraki âyetlerde sorulan
sorularla sadece müşriklerin batıl inançları tekzip edilmemiştir, aynı zamanda
dinsizlerin maddeciliği de şiddetle reddedilmiştir. Meselâ, ilk soruda yağmuru
yağdıran ve bunun vasıtasıyla bitki, ot ve ağaçları yetiştirenin kim olduğu
sorulmuştur. Şimdi biraz düşünelim, topraktan bin bir çeşit bitki ve ağacın
çıkması ve taptaze kalması için gerekli olan topraktaki çeşitli kimyasal
maddeler, bizzat toprağın uygun miktarı ve kalitesi, gerek bitkiler gerekse
diğer canlıların yaşayabilmesi ve beslenmesi için gerekli olan belli bir kalite
ve miktardaki su, bu suyun okyanuslardan kaldırılıp bulutlar şeklinde çeşitli
mıntıkalara rüzgâr aracılığıyla ulaştırılması ve dünyanın her tarafında belli
bir mevsim ve zamanda yağmura dönüştürülüp yağdırılması, gerek nebat gerekse
insan ve hayvanların doğup büyümesi, beslenmesi ve yaşaması için lâzım olan
belli miktardaki toprak, rüzgâr, hava, su, ısı v.s.’nin sağlanması ve
cansızların diğer her türlü ihtiyaçlarının karşılanması, bütün bunlar büyük bir
plâncı, dâhi bir teşkilatçı ve üstün bir varlığın irâdesi, kabiliyeti, kuvvet ve
kudreti olmaksızın mümkün olabilir miydi, gerçekleşebilir miydi? Bütün bunlar
bir rastlantı, bir tesadüf olabilir mi? Bir rastlantı veya beklenmedik bir
gelişme, bu kadar düzenli ve saat gibi tıkır tıkır çalışan bir düzen meydana
getirebilir mi? Hem öyle bir düzen ki, binlerce, yüz binlerce ve hatta
milyonlarca yıllardan beri aynı şekilde ayakta durmaktadır ve hiçbir eksikliğe
veya aksaklığa uğramamıştır.
15.4.3.
Kainât’taki Nizam ve Ahenk Bir Tesadüf Değildir
Kur’ân-ı Kerim’in dediği gibi, yeryüzünün, sınırsız ve rengarenk
nüfus için oturma yeri olması basit bir hadise değildir. Yer küremiz uzayda bir
boşlukta bulunmaktadır. Asıldığı bir direk veya kanca yoktur. Üzerinde durduğu
bir kalıp da yoktur. Bu yusyuvarlak şey havada durmaktadır. Fakat yine ne bir
dengesizlik ne bir sarsıntı veya titreşim vardır. Yer küremizde en ufak
fiziksel ve kimyasal değişiklikler yüzünden korkunç depremlerin meydana
geldiğini biliyoruz. Bu sebeple, dünyamız mihverinde sağlam ve titreşimsiz
durmasaydı, sürekli ve çok büyük depremler nedeniyle büyük tahribata uğrar,
hatta paramparça olurdu. O zaman üzerinde ne İnsanlar bulunurdu ne bitki veya
diğer canlılar. Yer küremiz düzenli bir şekilde güneşin önüne çıkar ve arkasına
girer, bazen güneşe yaklaşır, bazen bundan uzaklaşır… Bu olmasaydı ve yer
küresinin sadece bir yanı güneşin önünde bulunsaydı, yine insan nüfusunun
bulunması imkânsız olacaktı. Dünyamız atmosfer denilen 500 mil kalınlığında bir
hava tabakasıyla çevrilidir. Bu hava tabakası bir bakıma, dünyamızın savunma
hattıdır ve bizi günde saniyede 30 millik bir hızla dünyaya düşen 20 milyon
göktaşının korkunç bir bombardımanından korumaktadır. Aynı hava tabakası ısıyı
da kontrol altında tutuyor, denizlerden suların buhar olarak üzerimize bulut
gibi gelmesini ve yağmur olarak yağmasını sağlıyor ve gerek insan gerekse hayvan
ve bitkilere gereken oksijen, hidrojen ve diğer gazları temin ediyor. Kısacası,
bu hava tabakası da olmasaydı, yerküremizde herhangi bir hayat belirtisi
olmayacaktı. Yeraltı kaynakları da insan, hayvan ve bitkiler için büyük önem
taşımaktadır. Muhtelif madenler kimyasal maddeler ve yer altı zenginlikleri
canlılara sadece yaşama imkânı sağlamıyor, ayrıca refah ve mutluluklarını da
güvence altına alıyorlar. Yer küremizde denizler, ırmaklar, nehirler, göller,
kaynaklar, dereler ve pınarlar ile yeraltı su kaynakları şeklinde geniş su
rezervi sağlanmıştır. Dağlarda ve tepelerde dondurulmuş su depoları vardır.
İnsan, hayvan ve bitkilerin yaşamalarını kolaylaştırmak amacıyla sağlanmış olan
unsurların, yani su, hava ve toprağın belli bir uyum ve orantı içinde olması ve
her şeyin derli toplu bulunması için dünyamıza yer çekimi özelliği verilmiştir.
Bütün bu faktörler birleşip dünyamızın yaşanacak bir gezegen haline gelmesine
sebep olmuşlardır. Aklı başında olan bir kimse bu müthiş nizam ve ahengin bir
tesadüf olmadığını derhal anlayacaktır ve diyecektir ki, bu harika düzeni
yaratan ve sürdüren herhangi bir tanrı, tanrıça, dev, cin, melek, ruh ve evliyâ
değil, mutlaka en güçlü ve en kudretli bir Varlık’tır.
Hayat’ın meydana gelmesi için gereken bütün öğe ve etkenlerin
uygun bir orantıda tesadüfen birleşmesi ve böylece kâinat ve içindeki her şeyin
vücut bulması, dinsizlerin bilimsel olmayan bir teorisidir. Fakat, bu hususta
matematiğin “Tesadüf Kanununu ele aldığımız takdirde bunun vuku bulma
ihtimalinin “sıfır” olduğunu görürüz.
Hayat soyut veya kopuk bir şey değildir. Bunun birçok şeylerle
bağlantısı vardır ve hem de çok çeşitleri vardır. Zoologların ve jeologların
tahminlerine göre halen yeryüzünde hayvanların bir milyon ve bitkilerin 200 bin
çeşidi vardır. Bu milyonlarca tür kendi yapı ve özellikleri bakımından
birbirinden o kadar farklıdır ve dünyanın doğuşundan beri bu hüviyetlerini
öylesine muhafaza ede gelmektedir ki, hiç bir Darwinci ve hiçbir dar görüşlü ve
sapık bilim adamının aklı bunlara ermez ve iyi bir şekilde kavrayamaz. Fakat
iyi niyetli, objektif ve geniş görüşlü bir insan bütün bunların büyük bir
varlığın muazzam bir plân ve sistemi olduğunu anlamakta gecikmeyecektir.
Şimdi biraz da yaradılışın tekerrürü sorununa eğilelim, Yaradan,
her hayvan ve bitki türünün yapısında ve organizmasında öyle akıl almaz bir
düzen ve uyum oluşturmuştur ki, bunlar aynı türden olanların sayısız olarak
binlerce yıl ve yüz binlerce yıl kuşaktan kuşağa mükerrer doğmasına rağmen,
herhangi bir değişikliğe ve eksikliğe uğramamıştır. Bir kuşaktan başka bir kuşak
doğduğu zaman temel yapı ve özelliklerinde herhangi bir değişiklik olmamıştır.
Aslında her mahlûk ve bitki kendi başına birer fabrika ve makinadır. Bu
milyonlarca fabrika ve makinanın tek bir parçası bile arızalanmaz, bozulmaz ve
kendi türünden başkasını üretmez. Bu sayısız üreme fabrikalarından hiçbirinin,
başka bir yapıya veya özelliğe sahip bir tür ürettiği görülmemiştir. Zooloji
veya hayvanat ilminin son bulguları bu hususta bize şaşırtıcı deliller
sunmaktadır. Her bitkiye, kendi türünü tekrar üretme ve çeşitli nesillere kadar
bu ameliyeyi sürdürme selâhiyeti verilmiştir. Ayrıca tekerrür etmiş olan bu
üreme olayından sonra her tür, başka bir türden farklı olmaktadır. Bunların
birbiriyle karışması söz konusu olamaz. Bitkilerde, üremeleri ve nesillerini
korumaları için gereken bütün öge ve etkenler minnacık bir hücreye konmuştur.
Bu minik laboratuvar, her bitkinin kendi türüne göre doğması ve yetişmesini
sağlamaktadır. Aynı durum hayvanlar ve İnsanlar için de geçerlidir. Bunlardan
hiçbiri tesadüfen veya aniden doğmamıştır. Bir defa doğduktan ve yetiştikten
sonra da bu faaliyet durmamıştır ve hayat kendisini tekerrür etmeye devam
etmektedir. Bu hayat nizamı, üreme ve tekrar üreme işi küçük bir çapta değil,
akıl almaz bir çapta sürmektedir. Bütün bunlar son derece akıllı, basiretli,
uzman ve yetenekli bir Yaradan, Hayat Veren, Hayy ve Kayyum olmaksızın mümkün
olabilir miydi?
Bütün bu açık deliller ve gerçekler bir müşrikin şirkine son
vermenin yanı sıra, bir dinsiz ve maddecinin sapık fikirlerini de
reddetmektedirler.
15.4.5. Kainâtın
Hakikatinin İki Yanı
“Onlar, kendi kendilerine tefekkür etmediler mi ki, Allah
gökleri ve yeri ve ikisinin arasında bulunan şeyleri ancak hakkı yerleştirmek
için ve muayyen bir müddetle yarattı?… (Rûm; 8)
Yukarıdaki âyet-i kerimede âhiret lehinde iki delil daha
verilmiştir. Burada, insanın kendi varlığının dışına bir göz atması ve kâinat
nizamını incelemesi halinde iki gerçeği derhal göreceği belirtilmiştir.
Bu gerçeklerden biri, kâinatın Hak üzerinde kurulmuş olmasıdır.
Yani bu tesadüfi, gayri ciddî, âni veya amaçsız bir olay değildir. Bu, bir
çocuğun oyuncağı değildir, ki gönül eğlendirmek için lâf olsun diye yaratılmış
olsun. Bu kumdan yapılmış bir ev değildir ki çocuklar burada evcilik
oynayabilsinler. Tam tersine, bu çok ciddi ve plânlanmış bir olaydır. Bu öyle
geniş ve düzenli bir düzendir ki, bunun her zerresi ve parçası, kendi
Yaradan’ının büyüklüğü, ustalığı, hikmeti ve zekâsını dile getirmektedir. Bu
düzenin her parçası için belli kaide, kural ve kanunlar vardır, her şey belli
bir amaç ve gaye için yaratılmıştır ve ayakta bulunmaktadır. Zâten, insanların
geliştirdiği medeniyet, ekonomi, sosyal düzen, kanun, siyaset ve kültür ile
sanat da bu gerçeği ispatlamaktadırlar. İnsanların bu başarılarının, ancak
evrenin temelinde bulunan kanun ve felsefe ile evrendeki her şeyin taşıdığı mânâ
ve gayeye borçlu olduğu da bir gerçektir. Yoksa, insan düzensiz ve amaçsız bir
oyuncağa bir kukla gibi konmuş olsaydı, ondan hiçbir bilimsel, uygar ve
kültürel bir başarı beklenemezdi.
Bu dünyayı ve bu kainatı böylesine bir hikmet ve basiretle
yaratmış olan Hakim ve Habîr bir varlığın, İnsanlar gibi, üstün zihinsel ve
bedensel güç ve yetenekler, seçme özgürlüğü, ahlâki his ve dünyasının sayısız
diğer nimetleriyle birlikte bu dünyaya gönderdiği bir yaratığı hiçbir amaç ve
hedef gütmeden yarattığı söylenebilir mi? İnsanlar dünyada iyi ve kötü işler
yaptıktan, fitne ve fesâd yarattıktan, adalet ve zulüm yaptıktan, her türlü
günâh ve suç işledikten ve sevaba lâyık işler başardıktan sonra ölüp gidecekler
midir? Onlardan hiçbir hesap sorulmayacak mıdır? Onlara hiçbir mükafat
verilmeyecek midir? İnsanlardan bazısı öylesine yüksek mevki ve makamda bulunmuş
ve öylesine kuvvet ve kudrete sahip olmuşlardır ki, bir tek söz ve hareketleri
hem kendilerini hem de kendileri gibi diğer binlerce insanın hayatını olumlu
veya olumsuz yönde etkilemiştir, hatta hayvan ve bitkiler ile eşyalardan fayda
veya zarar görmüşlerdir. Peki, bu insanların ölümünden sonra her şey bitecek
midir? Defter tamamıyla kapanacak mıdır?
Bu hayat ve kâinat nizamını incelerken karşımıza çıkan ikinci
bir hakikat da, burada hiçbir şeyin devamlılık taşımamasıdır. Her şey geçici ve
bitimlidir. Her şeyin bir ömrü vardır. Ömrünü tamamlamış olan her şey ve her
yaratık varlığını yitirmiş oluyor. Aynı durum kâinat için de söz konusudur.
Burada faal olan bütün kuvvetler sonsuz olmayıp sınırlıdırlar. Belli bir zaman
kıskacında varlıklarını sürdürüp kayboluyorlar. Bu eşya, mahlûk ve kuvvetler
tabii ömürlerini tamamlayarak yok olacaklardır ve her şey yitip tükenecektir.
Eski çağlarda bilim ve teknik o kadar gelişmediği için dinsiz filozof ve bilim
adamlarının, dünyamızın ezelden varolduğu ve ebediyen de devam edeceği görüşü
belki de bazı kimseler tarafından benimsenebilirdi. Fakat çağımızda, modern
bilimin bulguları ve buluşları, varolma ve yok olma konusunda dinsizler ile
Tevhid’e inananlar ve imanlı kişiler arasında yüzyıllardan beri süregelen
tartışmada ağırlığını imanlı kimselerden yana koymuştur. Artık ne dinsizler ne
de bunların yolundan giden diğer sapık kimseler dünyanın tesadüfen meydana
geldiği, ezelden varolduğu ve ebediyete kadar devam edeceği görüşünü ileri
süremezler. Geçmişte dinsiz ve maddecilerin bütün felsefesi, maddenin hiçbir
zaman yok olmaması inancına dayanırdı. Bu inanca göre, madde sadece şekil
değiştirebilir, ama hiçbir zaman yok olamazdı, yani madde olma hususiyetinde
herhangi bir değişiklik olmaz ve miktarında da bir azalma olamazdı. Buna
dayanılarak, bu maddeler dünyanın ne başı ne de sonu olduğu iddia edilirdi. Ne
var ki, çağımızda atom enerjisiyle ilgili yapılan araştırma ve çalışmalar
göstermiştir ki, enerji veya kuvvet maddeye dönüşebilir ve madde tekrar enerji
haline gelebilir’. Madde, kuvvete veya enerjiye dönüşünce ortada ne şekil
kalıyor ne genel çizgileri; tamamıyla ortadan kalkmış oluyor. Zamanımızda, “Termo-Dinamik
ile ilgili ikinci kanun” kâinatımızın ve maddeler aleminin ne ezeli ne ebedi
olabileceğini ispatlamıştır. Aksine, bunun için bir sınır ve çerçeve
getirmiştir. Dünyamız ve kâinatımız bu sınır ve çerçeve içinde bir gün başladığı
gibi mutlaka sona erecektir, yok olacaktır. Demek ki modern bilim ve teknoloji,
kıyâmetin inkârını değil, kıyâmetin mutlaka meydana geleceğini delillerle ortaya
koymaktadır. Yani fen ve bilime dayanılarak kıyâmet inkâr edilemez. Ve bir
konuda fen ve bilim pes etmişse, gayet tabii ki, felsefe için sesini çıkarmak
ve ayakta durmak bile mümkün olamayacaktır.
[1] Hz. Nebi-yi
Kerim (a.s.) pek çok hadislerde bu konuya temas etmiştir. Meselâ Abdullah
bin Mes’ûd’un bir rivâyetine göre Rasûlullah (a.s.)’a, “en büyük günah
nedir?” diye sorulduğunda buyurdular ki, “Allah’ın bir rakibi olduğunu kabul
etmek. Halbuki seni Allah yaratmıştır.” Bundan sonra en büyük günahın ne
olduğu sorulduğunda buyurdular ki, “Senin yiyeceklerinden pay alacak
korkusuyla evlâdını öldürmek.” Daha sonra soruldu; “bundan sonra en büyük
günâh nedir?” Dediler ki, “Senin, komşunun karısıyla zina etmen” (Sahih-i
Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî ve Ahmed). Bunun dışında çok sayıda günah-ı
kebire de vardır, ama o sırada Arap toplumunda yukarıdaki günahlar daha
yaygındı ve müslümanların bunlardan kurtulmaları öğütlenmişti.
[2] Bu hususta
Mahmud Şükrü Âlûsînin topladığı bilgiler şunlardır: “Sabiîler, büyük
ümmetlerden biridir. Sâbiîler hakkında ne kadar bilgi edinebilmiş ise o
kadar da ihtilâf çıkmıştır. Bunların iki çeşidi vardır: Mü’min ve Kâfir.
Bunlar Hz. İbrahim Halilullah (a.s.)’ın ümmetiydiler. Hz. İbrahim işte
bunlara peygamber olarak Allah tarafından gönderilmişti. Merkezleri
Harran’dı ve oturdukları bölgede bu dolaylar idi. Birinci çeşit Sabiîler
Hanif dinine mensuptular, ikinci çeşidi ise müşrik ve kâfirdi. Müşrik
olanlar 7 yıldız ve 12 burca saygı gösterir ve mâbedlerinde putlar
bulundururlardı, resimlerini çizerlerdi. Yıldızlara adanan mâbedler de
vardı. Mabedlerinin en büyüğü güneşe adanmıştı. Ayrıca, Jüpiter, venüs,
merih ve diğer bazı yıldız ve gezegenler için mâbedler yapılmıştı. Her
yıldız ve gezegen için kendine mahsus ibadet ve dualar vardı. Müslümanlar
gibi onlar da beş vakit namaz kılardı. Sabiilerden bazıları Ramazan ayında
oruç da tutardı ve Kâbe’ye dönerek namaz da edâ ederdi. Mekke’yi saygıyla
anar ve hac için bu şehre giderlerdi. Ölüler, ölü hayvan veya domuz etini
yemezlerdi. Evlilik konusunda hemen hemen müslümanların inançlarını
taşırlardı. Bağdad’da bazı hükümet ve devlet erkânı ve mezhepten idiler.
Bunlar arasında Yazışma Dairesi yetkilisi ve bazı ünlü eserlerin yazan Bilal
bin El-Muhsin es-Sâbî de vardı. Müslümanlarla oruç tutar, ibadet eder zekât
öder ve haram şeylerden kaçınırdı. Sabiî dini muhtemelen bütün dinlerin iyi
ve yararlı şeylerinden oluşuyordu.
Kureyşli kâfirler Hz. Peygamber (a.s.)’i Sabiî olarak
çağırırlardı, sahabelerine de Subat derlerdi. (Bülûğ-ul Arab, Urduca
tercümesi, C. III. s. 117-120).
[3] Arap
ateşperestleri hakkında Allame Mahmud Şükrü Alûsî şunları yazmaktadır:
“Araplar arasında ateşe tapanlar çok azdı. Bunlar herhalde, İranlı’lardan
ve Mecusilerden etkilenen kişilerdi. Ateşe tapma geleneğinin dünyada Kâbil
zamanından beri bilindiği belirtiliyor. Dünyada ateş yeri yapan ve ateşe
ibadet eden ilk insan Kabil’di. Bu geleneği Mecûsîler kabul edip bir din
şeklinde geliştirdi. Mecûsîler sayısız ateş yeri inşa eltiler ve bunlar
için kâhin, muhafız ve hizmetçiler tâyin etliler. Bu kâhin ve hizmetçiler
ateşin bir ân bile sönmesine izin vermiyorlardı. Nitekim İran şahı Feridun,
Tus kentinde muhteşem bir ateş yeri inşa ettirdi. Aynı hükümdar başka bir
ateş yerini Buhara’da yaptırdı. Behmen Şâh, Sicistan’da bir ateş yeri inşa
ederken Ebû Katâde de bir ateş yerini Buhara’da yaptırdı. Ateşe tapanların
çok çeşitleri vardır. Bunların bir grubu, ateşe bir insanın veya canlı bir
mahlukun atılması veya yanmasını haram olarak kabul eder. Fakat diğer
taraftan, bunların başka bir grubu var ki ateşe tapma sevdasıyla bazen
evlâtlarını ve hatta kendilerini bile ateşe atarlardı.
Ateşe tapanlar arasında derviş ve ermiş kabilinden
kişiler vardır ki ateşin etrafında oruç tutar ve murakabeye giderler. Bunlar
genellikle doğruluk, dürüstlük, güzel ahlâk, namusluluk ve adalet hakkında
nasihatlerde bulunurlar. İbn Kuteybe’nin “Kitâb-ul Ma’ârif’te dediği gibi,
“Benî Temimde Mecusilik yaygındı. Zürâre bin Udus’ul Temimi ve oğlu Hâcib
bin Zürâre mecusî idiler. Zürâre öz kızıyla evlenmişti, ama sonradan bundan
pişmanlık duydu. Mecûsî olanlar arasında Ak-re’ bin Habis (ki sonradan
sahabe oldu) de vardı. Vekî bin Hassan’ın büyükbabası Ebul Esved de mecusî
idi. (Bülûğul Edeb, c. HI, s. 138-141).
[4] Kur’ân-ı
Kerîm’de dinsizlere de kısaca değinilmiştir ve taşıdıkları düşüncenin çürük
olduğu belirtilmiştir. Bu demek oluyor ki dinsizlerin bir grubu
Arabistan’da vardı, ama küçüktü. Allâme Mahmud Şükrü Alûsî Arap
dinsizleriyle ilgili şunları yazmıştır: “Arabistan’da dinsizler de vardı.
Bunlar Yaradan ile yaratılar arasındaki bağın yok olduğunu sanıyorlardı.
Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de bunlardan bahsedilirken şöyle denilmiştir: ‘Hayat
sadece bu dünyanın hayatidir. Biz ölüyoruz ve yaşıyoruz ve bizi zamandan
başka bir şey helâk etmez”.- Bu dinsizlerin iki grubu vardı. Düşünce ve
inançları çok yaygın olan ilk grupla olanlar şöyle derlerdi: “Eşyaların
hiçbir başlangıcı yoktur. Eşyalar sadece kuvveden fiile geçer. Onun için,
önce kuvvede olan bir şey fiile geçince eşyaların terkibi ve ayrıntıları
kendiliğinden ortaya çıkar. Bu hususta bunlara müdahale eden veya yardım
eden bir şey yoktur. Bu cihan ezelden böyledir ve ebediyete kadar devam
edecektir. Bunda ne bir değişiklik olacaktır ne de çökmesi ve eksilmesi söz
konusudur. Dünyamız içinde bulunan bütün cüzleri sımsıkı tutmaktadır…”
Şehristânî’nin “Kitab-ul Milel ven-Nihâl”inde dinsizlerden bahsedilirken
bunların, yaratıkların dirilmelerinin inkarcısı olduğu belirtilmiştir.
Bunlara göre tabiat canlıları yaşatır, zaman ise yok eder… Aslında dinsiz
ve maddeciler ile tabiata tapanlar ve her şeyi tabiata bağlı olduğunu ileri
sürenler arasında hiçbir fark yoktur.” (Bülûğ-ul Edeb Urduca terc. c. III,
109-116)